Metin Turan’ın ‘Parçalanmayı Bekleyen’ kitabı, adı ne denli karamsar görünürse görünsün, hayat için yazılmış rengarenk bir güzelleme. Aslında romanın isminde de karanlığın tersine aydınlık var ama burasını anlayabilmek için kitabın sonunu beklemek gerekiyor.
Metin Turan hakkında yazarken söze onun fiziksel durumuyla başlamaya hiç gerek yok. Turan, geçenlerde çıkan öykü kitabı ‘Hepsi Yalnızlıktan’ ile birlikte ikisi roman, altı kitabıyla, aldığı ödüllerle, en çok da edebiyata yönelmiş emekçi sevdasıyla, herhangi bir özelliğini bilmesek de bir yazar olarak edebiyatın eleştirel objektifinden görmemiz gereken bir isim. ‘Yazarı öldürelim, yazıya bakalım’ demiyorum. Evet Metin Turan neredeyse 30 yıldır içeride tutulan bir devrimci ve Grup Ekin’den Grup Yorum’a uzanan, hatta söylediği şarkıların, türkülerin, marşların sesiyle aşka geldiğimiz bir müzisyen.(1) Evet, faşizme karşı mücadele süreçleri içinde görme yetisini büyük ölçüde yitirmiş bir yazar. Ancak ne körlüğün eşiğinde durduğu halde okuma ve yazma işini çoğumuzdan daha ustaca ve tutkunca yapması ne de on yıllardır özgürlükten yoksun olduğu halde hayatın damarlarında nefes alması, onun yazar kimliğini gölgelememeli.(2)
BÜYÜLÜ GERÇEKÇİLİKTEN POSTMODERNİTEYE
‘Parçalanmayı Bekleyen’in ilk üçte biri, köyünden İstanbul’a gelen Rıza’nın Gezi günlerinde, büyük ölçüde “kader kurbanı” olarak tutuklanmasının hikayesinden oluşuyor. Handiyse büyülü gerçekçi bir hikaye bu. Rıza fazla hızlı bilinçleniyor, olaylar pek hızlı gelişiyor, çevresindeki emekçi insanlar fazla entelektüel ama Metin Turan’ın şiir eşiklerinde gezinen dili ve anlatının masalsı atmosferi sayesinde kendini metnin ana gövdesinin başladığı yer diyebileceğimiz kısma belli bir ikna edicilikle taşımayı başarıyor.
Bunu söylerken romanın en iyi kısmının başı olduğunu söylemek istemiyorum, tersine ikinci kısımda çok daha duygulandım, eğlendim ve düşündüm (insan bir romandan başka ne bekler ki?) fakat bu iki kısım arasında bazen pek tutmayan bir dikiş hattı olduğunu söylemek gerek.
Bu dikiş, Rıza’nın hapishane kütüphanesindeki görevli olan (akademisyen) bir tutuklunun önerisiyle ‘Don Kişot’u aldığı, daha ilk andan itibaren kitabın kahramanı şövalyeyle konuşmaya başladığı, epey bir tereddütten sonra kitabı okumaya koyulduğu ve “Don Rıza la Kemah” adıyla kitabın içine girdiği sayfalar. Aslında buradan sonra büyülü gerçekçi sıfatını giderek daha fazla hak eden ama -muhtemelen tahmin edildiği üzere- bunu modern sonrasının gözde metinlerarasılık taktiğiyle birleştiren kısım başlıyor. Bu dikiş yerinin sonrası romanın en güçlü ve en zayıf yanı galiba.
Rıza, Don Rıza olarak Don Kişot ve Sancho’nun yanına ekleniyor ve ‘Don Quijote’nin iki cilde yayılmış hikayesinin çeşitli sahnelerinde birlikte gezmeye başlıyorlar. Arada Rıza’nın -artık çerçeve öykü haline gelmiş- hapishane yaşamından sahneleri, mahpus arkadaşlarının “delirdi bu galiba” endişelerini ve dışarıdaki hayatın içeriyle sızmış (bir süsen çiçeği, bir salyangoz, bir tren sesi, serçeler…) yanlarını izlesek de kitabın son üçte ikisi kocaman bir “İyi de yazar bize neden Don Kişot’u özetliyor ki?” sorusunun yükünü omuzluyor.
Peki bu yükün altında eziliyor mu?
Metin Turan’ın edebiyat ve hayat ustalığı tam da burada devreye giriyor. Belki de onunla birlikte devreye giren şey, Manchalı şövalyenin 4 yüzyıldır kültürümüzü güzelleyen anlam katmanları zenginliğidir aynı zamanda.
Nâzım’ın o evrensel fırçasıyla “ölümsüz gençliğin şövalyesi” diye resmettiği Don Kişot, yine Nâzım’ın tanımıyla “kendinden başka hiç kimseyi sevmemek” olan ihtiyarlığa meydan okuduğu için, ilerlemiş yaşına rağmen gençlik atılganlığının ve coşkusunun metaforudur. Böyle olduğu için de emperyalizm ve sosyal devrimler çağında, derhal, devrimciliğin metaforu haline gelmiştir (Buralara dek geldiyseniz, Liberte’nin Sol Müzik’in ilk albümünde yayımlanan Don Kişot şarkısını da dinleyin lütfen).
Don Kişot, tutsak bir devrimci olarak Metin Turan için de her şeyden önce, hayalleri için, devlerin kim olduğuna bakmadan yeldeğirmenlerinden çok daha büyük düşmanlarla savaşa tutuşan devrimcilerin simgesi elbette. Ancak bu kadar değil. Aynı zamanda hapishanede tutsaklığa teslim olmamanın ve çevresi taşın, sessizliğin ve insanların duvarlarıyla çevriliyken bile (romanın otobiyografik karakterini düşündüğümüzde “gözleri neredeyse körlüğün perdesiyle örtülüyken bile” diye eklememiz gerek) hayata, üretmeye, sanata, “Yaşasın edebiyat!” diye selamladığı uğraşa sarılabilmenin de metaforu. Turan’ın bu kitabı (ve başka kitapları) yazıyor olmasının kendisi bile mızrağının sapına dek Don Kişot’luk olarak okunduğunda, metinlerarasılık ve öz-düşünümsellik taktiklerinin postmodern suların bulanık kokusundan kurtulup devrimci bir yazınsal silaha dönüşmeyi başarıyor. Edebiyat ve hayat üzerine, karakterin ağzından konuşsa da aslında o ağza da romanın genel üslubuna da pek uymayan bir makale üslubuyla yazılan ve kitabı ilk roman olmadığı halde bir ilk romana yakınsatan pasajlar bile 30 yıllık bir bedelden süzülmüş devrimci bilgeliği yansıttığı için aynı bulanık sulardan tertemiz çıkmayı başarıyor. Takip edebildiğim kadarıyla postmodern taktikleri devrimci geleneği anlatmak için belli bir başarıyla kullanan Murat Uyurkulak ve Bülent Yıldız’dan sonraki ilk girişim Metin Turan’ınki.
ÇOĞUL SORUNLARIN LABİRENTİNDEN PARÇALANMADAN SIYRILMAK
‘Parçalanmayı Bekleyen’, yukarıda sayılan tüm bu risklerin altında ezilmeyi bırakalım, alın aklığıyla çıkmayı başarıyor ama bu başarı, bedelsiz değil. Yazar, bu zorlu kavgada birçok yanlışa düşüyor (Hangi büyük kavga yanlışsız verilir ki?).
Bu yanlışların birini, Halûk Sunat, K24’e içten bir eleştirellikle açık mektup formunda yazdığı yazısında “Romanınızın cümle kapısında nedir bunca teşrifatçılık? Metni kendi özgün sesine açmak yerine metnin neye niyetlendiğini genel kabul görmüşlerden el alarak kapı önünde bize fısıldamanız niye? Sadece peşrev faslında da değil, bütün bir roman boyunca,” diye tarif etmiş. Sunat’ın Rıza’nın karakterleştirilme sürecine dair eleştirisi de kayda değer: Cervantes’le tesadüfen tanışan Rıza’nın bu kadar çok yazardan uzun uzun alıntılarla bahsetmesi (ve maalesef hepsinin adının başına “sevgili” sıfatını eklemesi) yalnızca hayatın değil romanın genel akışına da aykırı gibi görünüyor.
Bu son sorun herhalde ancak Rıza’nın tedris sürecini de kurgunun içine katarak çözülebilirdi; diyelim ki başta yalnızca sağdan soldan duyup, sevip defterine yazdığı alıntıları söylerken, belki yıllara yayılan bir süreçte paralel okumalar yaparak metinlerarası gönderimlerini koyulaştıran bir Rıza yalnızca daha inandırıcı olmakla kalmaz, daha dört başı mamur bir karakter haline de gelirdi. Ancak bu elbette ortaya bambaşka bir eser çıkarırdı. Yazara bir yöntem önermekten ziyade farklı kurgusal alternatiflerin ele alınmasının bazı açılardan daha doğurgan sonuçlar ortaya çıkarması olasılığından bahsediyorum.
Kitapta kilit editör müdahaleleriyle çözülecek ama bu haliyle metni kılçıklandıran sorunlar da az değil. Muhafazakar bir janr olarak kolay kolay farklı biçimleri kabul etmeyen romanda noktalamalar da italik vb. biçimlendirmeler de son derece tasarruflu kullanılsaydı okuma deneyimi birkaç gömlek üste çıkabilirdi. Rıza’nın gözlemlediği olaylara karşı derin bir düşünmenin izini taşıyan bilgece gözlemlerini sulandıran bir parça genel geçer, biraz fazla sağduyuya seslenen, bazen neredeyse banal, dolayısıyla da gereksiz değinilerinin üstü kırmızı kalemle çizilseydi, kitabın verdiği edebi ve düşünsel zevk katlanırdı. Bu tür bir editoryal müdahale, elbette ancak yazarıyla kitabı cümle cümle tartışarak yapılabilirdi ve ne yazık ki yazarın, Bafra Cezaevi’ndeki (bu yazının başında “edebiyatını gölgeleyecek kadar üzerinde durmasak ne iyi olur” demeye getirdiğim) fiziki tutsaklık koşulları bunu engelliyor.
Okurlar olarak şanslıyız ki Turan’ın gözleri görüyor ve görüş yetisinin bütün sınırlarına rağmen okumaya ve yazmaya devam ediyor.
Kör ozanların piri elbette Homeros’tur. Gerçekleri çevresindeki herkesten daha iyi bilen kör bilici Teiresias’ın arketipi odur. Yazın tarihine biraz daha yakına bakınca, görüş yetisini giderek kaybeden ve 55 yaşında kör olan Jorge Luis Borges’i görürüz. Okumanın ve kitabın tarihi üzerine okuduğum en iyi kitaplardan olan ‘Papirüs’ün yazarı Irene Vallejo, Borges’i şöyle anlatıyor:
“Ve Borges, o kör kütüphaneci, neredeyse başlı başına bir edebiyat janrı haline gelmiştir. Yazarın bir arkadaşı, bir keresinde onunla birlikte Buenos Aires Ulusal Kütüphanesi’ni gezdiğini anlatır. Borges, raflar arasında kendi doğal ortamındaymış gibi dolaşıyormuş. Raflerin her birini doğru dürüst görmeyen gözleriyle okşuyormuş. Her bir kitabın nerede olduğunu biliyor, kapağını açtığında aradığı sayfanın yerini hemencecik buluyormuş.” (3)
‘Parçalanmayı Bekleyen’de onlarca yazarla birlikte Borges’e de selam gönderiliyor. Ne var ki sınıflar savaşının tam karşıt cephesinde duruyor Arjantin’deki faşist diktatörlüğü kitlelere olan nefretinin gazıyla destekleyen Borges (Umberto Eco, ‘Gülün Adı’nda manastırın kör ve katil kütüphanecisine Jorge de Burgos adını vererek edebi bir intikam almıştır belki). Metin Turan da onun gibi edebiyatın dehlizlerini evi gibi dolaşıyor ama onun evi bir hapishane; faşizmin yardakçısı değil tutsağı o. Romanında Don Kişot’un Rıza’ya dediği gibi dünyayı kitlelerle birlikte değiştirmek isteyen bir ideolojinin abonesi: “Ben tek tek haksızlıkların peşindeyken siz, meseleyi topyekün ele almışsınız. Ya hep beraber, ya hiç birimiz! Siz sevgili dostum, sadece bir şeyi değil, her şeyi değiştirmenin peşindesiniz!”
Biz faşizme karşı doğru tarafta duran sanatçılara, bizimkilere bakalım. Bertolt Brecht’in Sezuan’ın ‘İyi İnsanı’nın geçtiği Siçuan kentine bağlıyken 1997’de ayrılan Çin kenti Çongçing’de görkemli bir Karl Marx heykeli varmış. Kime ait olduğunu bulamadığım bu eserde kahramanlıkçı bir estetikle tasvir edilen bir heykel işçisini Marx’ın büstünü yontarken görürüz. İşçinin boyu Marx’ın yüzünden biraz daha kısadır, sağ elindeki çekici sol elindeki keskiye vurmak için kaldırmışken yüzü hem işine yönelttiği dikkatin hem de proletaryanın önderine duyduğu saygının etkisiyle öne doğru eğilmiştir. Rodin’in birçok heykelinde gördüğümüz bir özelliği bu heykelde de görürüz: Eser henüz bitmemiştir, inşa halindedir. Sanatçıyı, yaratıcı emeğini ve konusunu birlikte ve neredeyse aynı önemde betimleyen bu eser, 20. yüzyıl ortalarından itibaren postmodern edebiyatçıların fetişleştirdikleri fakat sanatın neredeyse şafağından beri bizimle olan, Brecht’in de külliyatının merkezinde yer alan öz-gönderimsellik, materyale ve sanatın sanat oluşuna vurgu unsurlarını sosyalist bir silaha çevirerek heykeli dikilenle heykeli dikeni, emeğin önderiyle kendisini aynı kompozisyonda buluşturuyor: Gerçekçi, sosyalist, yenilikçi ve yaratıcı.
Bu sıfatların hepsini, tüm kusurları ve erdemleriyle, Metin Turan’ın Cervantes’i Brecht köprüsüyle(4) Türkiye devrimciliğinin öyküsüne bağlayan ‘Parçalanmayı Bekleyen’i için de kullanabiliriz.
1. Metin’le aynı tutsakevlerinde kalmış dostlarla bir Alman kentinde bir araya geldiğimizde benim bir şiirimi bestelediğini öğrenmiştim, nasıl gurur duyduğumu yazmadan edemeyeceğim.
2. Metin Turan’ın tutsaklığa karşı verdiği mücadele çok önemli elbette. Gözlerindeki sorun 19 Aralık katliamından miras. Bu konuda Nuray Pehlivan’la yaptığı Gazete Duvar röportajında şöyle diyor: “Bu operasyonda, kafama aldığım darbeler nedeniyle yaşadığım fiziki travmanın ardından görme yetimi büyük oranda kaybettim. Büyük uğraşlar sonrası gidebildiğim hastanelerde farklı aralıklarla dört ameliyat geçirdim ancak gözlerimin retina tabakalarındaki yırtılmayla göz sinirlerimdeki büyük tahribat yüzünden ne yazık ki kalıcı bir iyileşme sağlanamadı.”
3. Papirüs: Antik Dünyada Kitapların İcadı, Irene Vallejo, Bilgi Yayınevi, 2023. Çev: Volkan Ersoy, s. 171.
4. Brecht’in ayak izlerini takip ederek birlikte eserler sergilediğimiz Latif Tiftikçi’nin roman hakkındaki kapsamlı ve lezzetli yazısında da Metin Turan-Brecht ilişkisine özel bir vurgu var: https://www.ekdergi.com/parcalanmayi-bekleyen-rizanin-don-kisotla-epik-yolculugu/